Her bir nefeste ciğerlerinin birbirine yapıştığını hissediyordu. Bitiş çizgisine koşan bir kalple yaşamak diyordu adına ve geceleri dua ediyordu ardı ardına: keşke dursa. Bazı günler merak ediyordu, kendi kendine sık sık soruyordu: nefes almak neden bu kadar zor, diyordu. Tanıdığı kimsenin var olmadığı, hayatın onu rahatsız edemeyeceği kadar uzakta ıssız bir kıyıya vurmak istiyordu. Ve sonra onun sesini duydu: bu hayatta bazen bazı şeyleri tıpkı dondurma yiyebilmek için baharın gelişini beklercesine sabırla beklemek gerekiyordu. Ne de olsa her şey anını bekliyordu.
İnce bir pamuk ipliği üzerinde dönen dünya, yarın ne getireceği belli değilken sana güvenmek hayatın akışına ve mevsimlerin sıralanışına zor normalde olduğundan çok daha. O kızın bütün bu belirsizliğin arasında güvenmeye ihtiyacı vardı. O da öyle yaptı. Günleri saydı, elleriyle toprağı sabırla kazdı, bazen altına düşündü kendini yatırmayı. Tanrı biliyordu her şey daha kolay olurdu ama yapmadı. Tırnakları böceklerin cirit attığı toprağı ve küçük taşları yuttu, kış geldi çamur oldu, bazen yağmur bazen göz yaşları ellerini ıslatan ve işlerini zorlaştıran yegane engel oldu. Devam etti, parmakları tohumu, tohum toprağı buldu. Sulamak da gerekti konuşmakta. Çünkü sadece dünyanın saati yetmezdi, yazın gelmesi demek emek de demekti. Dondurmayı hak etmek gerekti.
Yazın gelişinin habercisi baharın yollarını çocuklara özgü bir masumiyetle, hevesle beklemek hayatın döngüsüne güvenmeyi şart koşardı ve bu da zaman zaman kızın kalbini yorardı. Bazen kış güneşi sahiplenmiş gibi gelirdi. Onu hiç yanından ayırmayacak, çiçek açmayacak ve dondurmanın dilinde eriyen tadını düşleyebildiği kadarıyla güç bela hatırlayacak ama asla kavuşamayacak diye korkuyla günleri geçirirdi. Kendisi gibi giyinmezdi. Saçlarını taramaktan aciz hissettiği, duş almak ya da yemek yemek nedir bilmediği, dişlerini fırçalamanın ya da çorabını değiştirmenin dahi insan üstü bir güç gerektirdiği çok çetin kışlar geçirmişti. Öyle günlerde devam etmenin amacını anlamıyordu ancak çok küçükken izlediği bir çizgi filmde aptal balığın yaptığı gibi yüzmeye devam ediyordu. Bazen boğulduğunu ve çoğunlukla yorulduğunu hissediyordu. Hayat adil değildi ama zaman zalimdi. Sanki bir türlü bahar müjdeleriyle gelmek bilmiyordu. O sesler onu hayatta tuttu. Beraber duş aldı ve uyuyamadığı gecelerde ayaklarında salladı.
Nihayetinde yağmurlar arından güneşi ve gök kuşaklarını getirdi. Esen rüzgar o kadar da üşütmedi. Hayat yeniden altı yaşında hissettirdi, oysa bir an önceye dek bıçak altı bir yaraydı. Şartlarla beraber olgunlaştı, artık onun zamanıydı. Dondurmanın erimesi için baharın gelmesi yeterli değildi, içindeki güneşi de bulması gerekti.
Dilinin üzerinde eriyen tat her şeye bedeldi. Sabretmek bu hayattaki sınavı, sabretmek bu mevsimde zaferiydi. Dünyaya ilk geldiğinde yedi aylık bir bebekti, üstelik bu konuda iyi bile değildi. En zor yoldan öğrendi ve yirmi yıl geçirdi. Yaz onun için geldi özünde, tükenmek bilmeyen o gayretine.
Uslu bir çocuk olmaya devam etti bir gün yaz da ondan vazgeçirse diye.
Dondurma hayatın kendisi demekti, sadece bir hedef, bir okul, bir şehir, bir sokak ve o sokağa ait bir adım değildi. Annesinin en sevdiği dondurmayı aynı şekilde sevmek zorunda olmadığını da öğrendi. Var olabilmeyi ve suyun yüzeyinde kolluklar olmadan da durabilmeyi. Bazen dondurma ilk aşkının gaddarlığı kadar soğuk da olabilirdi. Daha sonra, hiç ummadığı bir anda yaşayarak öğrendi: Sevgi aşktan daha derindi. Ayakları yere sağlam basıyordu bir kere…
…Bahar yazı, yaz dondurmayı, dondurma yazgısını getirdi.